DİLENCİ.

Etiketler : Etiket Yok Kategoriler : Kişisel Yorumlar : 0 Yorum
18
May

İlham, bu akşam bir dilenci çocuğu gibi giyinmişti. Arabanın ön camına yapışıp içimize işledi, para bile istemeden çekti gitti. 5 yaşlarında sütlü kahve bir velet gibiydi. Kısacık saçlarının rengi, uzun kollu, yırtık kazağına çok yakışmıştı. Bu kadarı fazla iyiydi. Kendini çabuk ele verdi.

Daha önce hiç bir kitapta yazılmayanlar derken neyi kastetmişti, işte bunu konuşuyorduk. Yağmur yağdı. Trafik durdu ve ilham, arabanın ön camına yapışıverdi. Bir dilenciye para vermek mi doğruydu... vermemek mi ? Yoksa bu sorunun cevabı daha önce hiç bir kitapta yazmıyor muydu ?

...

Her an bir şey oluyor hayatımızda. Her saniye bir seçim. Münih'e uçuyorsunuz. Trenle mi ineceksiniz şehire, yoksa taksiyle mi ? Bu sorunun cevabı, yazmıyor hiç bir kitapta.

Zihnimizin ezber arşivleri var ve bir de gökyüzünün gizemli ilham hazinesi... Bu ikisinden biri yönetiyor her anımızı. Bazen biri, çoğu zaman diğeri.

Bir önceki Münih seyahatinizin taxi şöförü sadece Almanca konuştuysa mesela ve toplantı bu yüzden zamanında başlamadıysa, zihninizin arşivi sizi çarçabuk tren'e yönlendirir... Ama tren gelip kapıları açılınca önünüzde, binmezseniz, ve o uzun merdivenleri gerisin geriye çıkarsanız ve bindiğiniz taksinin Kamerunlu şöförü, kendi köyüne su kuyusu açtırmak için sizin temsilcisi olduğunuz derneğe başvurmuşsa 2 hafta önce... gülümsersiniz. İlham, bir kaç dakika önce trenin kapılarını kapatmış, leziz bir buluşma ayarlamıştır sizin için.

...

Her yeni nefes alış, teninize dokunan her yeni olay, sorulan her yeni soru, ya arşivden karşılık bulacaktır ya da gökyüzünün gizemli hazinesinden. Bazen birinden, çoğu zaman diğerinden...

Haftanın son günü misafir edildim. Bir öğle yemeğine. Bir saray'da.

Halka kapalı bir salonda, çok özel bir masanın etrafına dizilmiş 16 kişiden biriydim. Takım elbisem üzerimdeydi ama kravatım yoktu, bu bile bir işaretti; Bu masa 'aslında' benim için değildi.

Politikacılar vardı. ve iş adamları. ve danışmanlar. ve nüfuslu insanlar.

Telafuz etmesi zor yemekler vardı. Dışarıda bekleyen koyu renkli - içeriyi göstermez camlı otomobiller.

Uzun bir sohbetti. Memleket meseleleri. seçimler. genel kurullar. olası senaryolar.

(Sabahın 3'üne kadar beklenen telefonlar, cumartesi, günü birlik seyahat planları, gece karşılanması gereken misafirler, pazar sabahı yapılması gereken bir konuşma, akşam gidilmesi gereken bir futbol maçı, haftabaşı binilmesi gereken bir 6.45 uçağı...)

Çok şey konuşuldu. Hepsi de önemli şeyler. Ama kendi arabama bindiğimde aklımda ne kaldı derseniz; hayatımın basitliği.

Cuma akşamı eve dönerken, facebook sayfamdan sordum : Bir cuma gecesi ne yapılır ? Emilda gece dalışı yapmak istedi, Filiz uzun bir yola çıkmak...Tolga, yunuslarla yüzmek istedi, Murat, bir balıkçı kayığına binip balığa çıkmak...

Facebook arkadaşlarımın yapmak istediği her şey, öğle yemeği arkadaşlarımın her biri için son derece basit "ve" imkansız şeylerdi. Bir gece dalışı seyahati için gerekli olan herşeye sahiptiler. Tek bir şey dışında : zaman. Bir telefonla özel bir uçağı Gökçen'de bekletebilirler, bu akşam uçabilirlerdi. Eve bile gitmek zorunda değillerdi. Dükkanlar açık değilse, açtırabilirlerdi. Ama hiç zaman yoktu. Hem de hiç bir şey için...

Bense, cuma gecesi hiç bir davete katılmak zorunda değildim. Cumartesi Bağdat caddesindeydim, kimseyi karşılamam gerekmiyordu. Pazar günü yaptığım tek konuşmayı ise, annem dahil sadece 4 kişi dinledi. Maça da gitmedim, yetişmem gereken bir uçak bile yoktu.

Ne kadar zengin olduğumu düşündüm. Zamanım yok değildi. Zaman zaten yoktu.

 

 

 

 

Yapmam gereken onca şey vardı ve ben onları yapıyordum.

Oysa yapabileceğim o kadar çok şey vardı ki... Yapabileceklerimi değil, yapmak zorunda olduklarımla başbaşa, odada kilitli kalmıştım. O toplantılar, o eğitimler, o radyo spotları, posterler, filmler...

Sonra sabah oldu. Roma'ya uçtum. Oradan da Lucca'ya. Bir ormanın ortasında saklanmış iki katlı bir şatoya... "Timeless bir dünya"nın saklı motiflerine bir kez daha alıcı gözüyle bakmaya.

Garipti. Uzaklaştıkça yakınlaşıyordum. Bir kaç saat geçince, hayatımı geri alabiliyordum. Hayal ediyor, gülümsüyor, üretebiliyordum.

Istanbul'a döndüm. Ruhum hala özgürdü. Ben saatlere göre değil, saatler bana göre yaşıyordu. Gökyüzü maviydi. Sular berrak. Kumaşlar ipek...

Ne yazık ki aşağıya baktım, kanatlarım eridi. Cennetteydim, dünyaya düştüm.

...

Mevlana'nın bir keşfi vardır. Zıtlıklar olmasa biz hiç bir şey öğrenemeyiz. Her şey önümüzdedir ama biz göremeyiz. Gece olmasa, gün nasıl da güzel doğar bilemeyiz.

Düşmesek, evimiz ne kadar yüksekte, fark edemeyiz.

...

Dubai'de ılık bir rüzgarın altında bu resmi çektirdim ki altına bunları not edebileyim. Dünya da böyle, ben de böyleyim. Dünya neyse ben zaten öyleyim.

Ilk göz ağrımız - sevdiceğimiz - onsuz tadı olmaz dostumuz HP ile, çok sevimli bir iş yaptık. Intel'i de, Microsoft'u da yanımıza aldık. "Üniversite Teknoloji Günleri"ne yol aldık.

Itiraf etmeli, bu iş yurt dışında çok sükseli bir işti ve HP'nin Türkiye kurmayları olmasa, uzaktan bakıp imrenecektik. Neyseki yükselttiler seslerini, getirdiler o dev TIR'ı. Atladık gezdik (ve gezmeye devam ediyoruz) kampüsleri...

Bu TIR'ın içinde hem mühendislik var, hem eğlence... Bilgisayar olunca işimiz, hem seminer var, hem kariyer.

Rekabetin arttığı, pazarda kıran kırana savaşların yaşandığı bu zor günlerde, bir markanın bağlantı boyutlarını böylesine akıllıca geliştirmesi, kullanıcısıyla onun evinde buluşması, birlikte öğrenip birlikte eğlenmesinden daha güzel bir tek şey var, o markanın bizim markamız olması.

Geçen hafta İTÜ'deydik. Yarın İzmir Ekonomi'deyiz. 25'inde Ankara ODTÜ'de. Yolunuz düşerse, dokunun bize. Sizi misafir etmeyi çok isteriz, teknolojinin geleceğinde...

 

BİR'İ ÇEYREK GEÇİYORDU...

Etiketler : diversion deepak yüzük Kategoriler : Kişisel Yorumlar : 0 Yorum
17
Apr

 

Dokuz'u çeyrek geçiyordu.

23 dereceydi. Gökyüzü masmaviydi. Bir araba kiraladım. Metalik maviydi. Otobanda tek tük araba, yolun iki yanında yemyeşil bakir bir arazi, şehrin ortasında ağır hareketlerle yürüyen, bol pantolonlu yaşlı adamlar, uzun sörf şortlu genç kızlar, birbiriyle şakalaşan tasasız insanlar vardı.

Oniki'ye on vardı.

Eski bir Meksika filmini andıran, geniş verandalı bir bahçenin ortasındaydım. Biraz geride, kocaman eski ahşap bir masanın etrafında bir şeyler atıştıran, ispanyolca konuşan kadınlar vardı. 3 küçük kız çocuğu, güneşin altında bir basamakta oturmuş gülüşüyorlardı. Aramızda kuru bir çeşme vardı. İçinde, önceden toplanmış bir sürü portakal... Bazılarının yeşil yaprakları hala üzerindeydi. Çeşmenin hemen önünde bir kedi sere serpe taşın üzerine yayılmıştı. Resmini çekmek istedim. Fark etti. Doğruldu. Poz verdi.

Tam üç buçuktu.

Öğleden sonra güneşi iyice yerleşmişti. Onlarca insan toplanmış O'nu bekliyordu. Geldi. Yerini aldı. Her tarafta kameralar, fotoğrafçılar, tercümanlar vardı. Uğultular kesildi. Tek tük cihaz akustikleri dışında sessizlik yerleşti. Hiç bir şey söylemeden öylece durdu. Bizde, ne söyleyeceğinin merakı, O'nda, gelecek ilham'ın sakin bekleyişi vardı. Bir kaç saniye, saatler sürdü. Büyüleyiciydi.

Altıyı çeyrek geçiyordu.

Alana geldik. Arka koltukta oturuyordum. İndim. Defterime uzandım. Aldım. Kapıyı kapattım. Parmağımdaki mavi taşlı yüzük fırladı. Arabamın yanına düştü. Arkamdaki araba hareket etti. Lastikleri yüzüğümün üzerinden geçti. Kırılmadı ama taşından ayrıldı. Istanbul sabahlarının serinliğini parmaklarımda hissettim.

Dördü yirmibeş geçiyordu.

Kendimi, salonun arka bahçesindeki özel misafir katının girişinde buldum. Sessizce ayrılıp gitmek istemedim. Gülümsemek, daha önce hiç bir kitapta yazmayanlar için, değiştiren, düşündüren, yol gösteren cümleler için gözlerinin içine bakmak, teşekkür etmek stedim. Yanına çıktım. Dediklerimi yaptım. Yanındayken fark ettim. Daha fazlasını yapmalıydım. Bir şey daha istedim. Kiralık mavi'ye bindim, dönüş için yola çıktım.

Bir'i çeyrek geçiyordu.

Kahvaltı sofrası toplanmış. Bakanın oğlu ayrılmış. Konuşma için hazırlık başlamıştı. Küçük bir ahşap kutu çıkardı. İçinde beş, altı tane yüzük vardı. Birini seçmemi istedi. Seçtim. Parmağıma taktı.

Onbir oldu.

Yattım. Cep telefonumun alarmını beş'e kurdum.

 

 

Genç bir kadın var caddenin tam karşısında. Zarif bir dokunuşla katlanmış, toprak rengi bir etek var üzerinde. Beline oturmuş, dizlerinin altına kadar inen asimetrik bir dökümü var. Beyaz, gösterişsiz bir gömleğin üzerinde sıradan bir ceket, eşlik etmeye çalışıyor o eteğe. Rüzgar var ve birazdan yağmur yağacak. Aklıma gelen ilk şey; o etek ıslanacak.

Terazi burcu hakkında söylenen her şey doğru. Venüs'ün etkisindeyiz biz. Siz gözünüzü kapatıp açana kadar, güzel olanı, olmayandan ayırt ederiz biz. Siz, her şeyi tek tek, tane tane incelerken, biz güzel olanı mıknatıs gibi çekeriz. 300 gram aldıysanız, saklamayın sakın, görürüz biz. 

Sohbetin bittiği anı da biliriz biz. Tadınızı kaçırdıysak elmacık kemiklerinizden, ilginizi yitirdiysek göz bebeklerinizden anlarız biz. Lakin çoğu zaman sizden önce anlarız (eğer anlamak istersek biz)

Bir terazi varsa hayatınızda, uyumlu ya da nazik değildir, kandırmayın kendinizi. Düşünceli, detaylara hakim, dengeli filan değildir. Kandırmayın kendinizi... Ama kararsız da değildir. İşte asıl bu konuda, "sakın" kandırmayın kendinizi. Öylesine posesiftir ki "güzel" olanın peşinde, kendisini ikna etmesi zaman alır. Beğendiği şey, ruhunun derinliklerinde bildiği o "çok beğendiği" şey değilse eğer, gider gelir... ama sonunda mutlaka bulur onu. Ne parası, ne bedeli önemli değildir artık. Çünkü hiç bir şey "güzel" olan kadar önemli değildir. 

...ve güzel, güzeldir. Başka hiç bir şey, yeteri kadar güzel değil.

 

 

Arama
  Ara
Twitter
Tag Bulutu
Yazar Cafe
Takvim
<March 2023>
SMTWTFS
2627281234
567891011
12131415161718
19202122232425
2627282930311
2345678
Bağlantılar