
...Camın diğer tarafındaki kapıda bir gölge beliriyor. O'nu beklerken, karşımda bir gardiyan var. Telefonu kaldırmamı söylüyor. Suratım asılıyor. Beni görmek istemediğini düşünüp üzülüyorum. Bütün bunlar, elimi telefona götürüp, gardiyanın sesini duyduğum an kadar kısa bir sürede oluyor. Oysa bu hiç de ben değilim. Ama orası hiç de olağan bir yer değil. Metris orası. Dışarısı 18 dereceyken bile buz gibi. Soğuk, ıssız ve cennetten çok uzak bir ülke.
Sonra geliyor. O alışık olduğum ve nedense sadece benim görebildiğimi düşündüğüm sımsıcak gülümsemesiyle. Telefonu eline alıp daha dün ordaymışım gibi başlıyor anlatmaya. Restoranlardan konuşuyoruz. Yeni açılan cafelerden. Gül'den, hayattan, kulüpten, dostlardan... Daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyorum. Çok çabuk geçiyor zaman, inanamıyorum.
"Yeter artık" diyor. O koridorda daha fazla kalmamı istemiyor. Ben "biraz daha" diyorum. O zaten konuşmak istiyor ama beni bir an evvel azad etmek istiyor. O içerde, ben dışardayım ama o an, tam tersini hissediyorum. Biraz daha kalsın, hemen gitmesin istiyorum. Ama büyü bozuldu bir kere ve demin duran zaman, yeniden akmaya başlıyor.
Gardiyan geliyor. Bir şeyler söylüyor. Yemek saati de geldi zaten. Vedalaşıyoruz. Ayağa kalkıyor. Kapı iki adım ötede. Birazdan bitecek. Duruyor, arkasını dönüp bakıyor. Ben camın üzerine elimi yapıştırıyorum. Kötü bir Türk filmi gibi bir şey. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Elini camın diğer tarafına koyuyor. Sonra gidiyor. Koridorda hiç kimse yok. Karşıda hiç kimse yok. Hiç kimse yok...
Oracıkta kalakalıyorum. Bu satırları işte o an, oracıkta yazıveriyorum. Sonra vaz geçip asla yazmamaya karar veriyorum. Sonra vaz geçip bir solukta yazmaya karar veriyorum. ve işte yazıyorum...